30 Kasım 2019
Nova Okulları’nda Edebiyat Sempozyumu düzenlendi

Nova Okulları Aziz Sancar Konferans Salonu’nda “Toplum ve Edebiyat” konulu sempozyum düzenlendi. Sempozyumda Prof. Dr. Mehmet Tekin “Türk Romanında Batılılaşma Sorunu” ,  Prof. Dr. Baki Asiltürk “Modern Türk Şiirinde Çatışma Noktaları” ,  Şair Barış Erdoğan “Dünya Edebiyatında İmparatorluk Şiirinin Yeri”  konularını sundu. Toplantıda  öğrencilere seslenen Nova Okulları kurucusu Canan Topsakal, “Biz bu çalışmayı siz bir adım daha yol alın diye yaptık. Siz bir adım daha yol alın diye hocalarımız kırk beş  yıllık emeklerini sizlerle paylaştı. Herkes kendisinde olmayanı alır. Siz Z kuşağı,  kendinizde ne eksik  ne fazla bilmiyorsunuz. Aynaya bakın ve bu dünyada tüketmekten fazla ne yaparız, diye düşünün.  Sanatta, edebiyatta, bilimde, felsefede;  verilen her emek, yapılan her şey insana değil insanlığa katkıdır. İnsanlığın doğusu batısı yoktur. Hocalarımıza bu sempozyuma katıldıkları ve bilgilerini bizlerle paylaştıkları için teşekkür ediyorum” dedi. ROMAN EN ÇOK OKUNAN TÜR   Toplantının açılış konuşmasını yapan Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni Yaşar Yıldız, “Lidyalılarla Medler sık sık savaştılar. Bir gün, savaş devam ederken gün ortasında gerçekleşen Güneş tutulmasını Milotoslu Thales daha önce tahmin etti ve bu durumu İyonyalılara bildirdi ancak Lidyalılarla Medlerin bu durumdan haberi yoktu, onlar antlaşma yaptılar. Aslında bu durum insanoğlunun karanlıktan kurtulmasıydı. Olay MÖ 585 yılının Mayıs’ında gerçekleşti ve insanoğlu kendini ve doğayı sorgulamaya başladı. Homeros ve  Heredot da bilim dünyasını fikirleriyle etkilediler. Hiçbir yapıt boşluğa doğmaz, akan nehre sonradan eklenmiştir. Şeyh Galip, Hüsnü Aşk’ı yazarken 17.yüzyıla ve 13.yüzyıla yolculuğa çıkmıştır; Oğuz Atay’ın, Selim Işık’ı; Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, Hayri İrdal’ı akan nehrin sadece kollarıdır.  Tanzimat Dönemi’nden sonra kendimizi Batı’nın imal ettiği kırık aynadan seyrettik ve özgünlüğe ulaşmaya çalıştık.  Çırak olmayı kabul edenler, ilerleyen yıllarda ustalık eserlerini vermeye başladı. Bir tarafta  Proust’un, George Orwell’ın, Cortazar’ın, Borges’in, Balzac’ın  James Joyce’un, Dostoyevski’nin, Marguez’in, Umberto Eco’nun, Baudelaire’nin, Verlaine’ın, Valery’in , Ritsos’un; bir tarafta da Binbirgece Masalları’nın, Sadi Şirazi’nin, Hâfız’ın, Hayyam’ın, Firdevsi’nin, Sadık Hidayet’in gölgesindeydik.  Arı misali bal toplamaya başladık. Edebiyatın arkeolojik süreci epey zorluydu. Coğrafya kaderdir ancak bu yetmez. Toplumun kaderini oluşturan  en önemli unsur dildir. Dil, bir toplumun aynasıdır; bireylerin ayak izidir. Düşünüyorum o hâlde varım, der Descartes. Ben de diyorum ki konuşmuyorsan yoksun” dedi.   Yıldız, katılımcıları edebiyat zemininde kısa bir yolculuğa çıkardıktan sonra sözü Prof. Dr. Mehmet Tekin’e bıraktı. Çalışmalarının roman merkezli olduğunu söyleyen Prof. Dr. Tekin, “Roman okumayan yoktur. Son üç asrın en çok okunan edebiyat türüdür. Einstein çok iyi roman okurudur.” Ayrıca  Kafka  “İnsanın dünyası bu kadar karışık olmasaydı roman yazılmazdı ” demiştir.  Ardından modernleşme, çağdaşlaşma, batılılaşma süreçlerine atıfta bulunan Tekin, romanın, Batı’nın gündemine 17. yüzyılda geldiğini belirtti. ‘ASLINDA BİLİMİN KUYRUĞUNA TAKILDIK’ Prof. Dr. Tekin sözlerini şöyle sürdürdü: “Descartes’ı milat alırsanız öncesi ümmettir. Sonrasında akıl toplumuna dönüşecektir. Batı, yol alırken projesini de diğer ülkelere servis eder; gelişmiş ülkelerden ihtiyacınızı alırsınız. Ya gerektiği ya mecbur olduğunuz için ya da hem gerektiği hem de mecbur olduğunuz için alırsınız. Osmanlılar için hem gerekliydi hem de mecburdu. Osmanlı Karlofça ile yenilgiyi tattı. Büyük devletler yenilgiyi zor  hazmederler. Seyahatnamelerde hep Osmanlının kıyamete kadar yaşayacağı yazılmıştır. Yenilenmeyen, değişmeyen ölür. Bugün Kartacalılar, Ispartalılar var mı? Yok! Osmanlı yenenlerin çocuğu olunca Batı’ya tenezzül etmiyor. Çar Petro ile II. Mahmut’u birlikte düşünmek lazım. Ruslar mı, Osmanlı mı başarılı oldu. Rusya’nın geçmişinde ‘Ben büyüktüm’ yok. Sizin bagajınızda böyle bir yük varsa modernleşmede patinaj yaparsınız. İlim güneşi nereden doğuyorsa yüzünüzü oraya dönmek zorundasınız. Hep şu sorulur, ‘Batı’nın kuyruğuna niye takıldık diye. Biz aslında bilimin kuyruğuna takıldık’. 17. Yüzyıl Batı’da aydınlanma çağıdır. Romanın başlangıç miladı Don Kişot 1605 yılında yazılmıştır. Bugün Dan Brown’un romanları dünyada 10 milyon basılıyor. Roman tiyatroya, şiire, sinemaya rağmen en çok okunan tür. Roman neden yaygın? Faulkner ‘Her yıl Don kişot okurum’ diyor.” KİLİSE ROMANA KARŞI ÇIKAR! Romana kilisenin karşı çıktığını dile getiren Prof. Dr. Mehmet Tekin  aydınlanma ile dünyevileşme sürecine girildiğini ve romanın da bu sürecin anlatım ifadesi olduğunu söyledi. Kilisenin romanı zararlı, şeytani gördüğünü belirten Prof. Dr. Tekin, “İngiltere’de bir anne ‘Kızım roman yazacağına ölsün’ der. Romanın dinle çekişmesi olur” diye konuştu.  Romanın altın çağını 19. yüzyılda yaşadığını Osmanlıya da bu yüzyılda geldiğini anlatan Prof. Dr. Tekin sözlerini şöyle sürdürdü: “Bizim aydınlarımız da aydınlanmanın felsefesi etkisinde kalır ve romanı savunurlar; ‘Roman medeni ülkelerde okunur. Bizim de roman yazmamız lazım’ derler. Namık Kemal divan edebiyatıyla çatışmaya girer. Şemsettin Sami Namık Kemal’in yazdıklarına ‘çocukça metin’ diyecektir. Namık Kemal de onun yazdıkları için ‘Kocakarı masalları’ der. Oysa yüz yıl sonra Borges inanılmaz bir tür, fantastik edebiyat üretecektir.  Yeni bir türü savunacaksanız çaresiz bu şekilde çatışma yaşanacaktır. İlk defa bir Türk sultanı  II Mahmut ilk defa pantolon giyiyor, kavuk yerine fes takıyor. Kendi resmini sarayın duvarına asıyor. Orada kalmayacak, Abdülmecit baloya gidecek;  II Abdülhamit kızlarına piyano dersi aldıracaktır. İşte burada roman hayatımıza girecektir.” ALAFIRANGALIĞIN İLK ROMANLARDAKİ YANSIMASI Osmanlıda ilk romanın tercüme olduğunu ve şaşırtıcı şekilde okunduğunu ve ardından da diğer romanların geldiğini anlatan Prof. Dr. Mehmet Tekin şöyle konuştu: “Ahmet Mithat’ın romanı  Felatun Bey ve Rakım Efendi’de yerel  zevklerin geleneksel zevk ile çatışması doğaldır. Romanımız gelişir, iki tip yerleşir, biri  Felatun Bey gibi alafrangadır ve Türk tipi, ideal tip olarak sunacağı Rakım Efendi’dir. Felatun’un alafrangalığı Rakım Efendi’ye bakarak anlaşılır. Felatun’a bakarak da Rakım’ın efendiliği anlaşılır. Ahmet  Mithat muhafazakârdır. Yazardan metni okursanız yanılırsınız. Muhafazakar diye Rakım’ı okursanız yanılırsınız. Rakım, hesap kitap adamıdır. Ahmet Mithat’ın ütopik kavramıdır. Ahmet Mithat gelecekteki Türk toplumunu Felatun değil  tutumlu, hesap adamı ve efendi insan olan Rakım kurtaracaktır. Felatun babasından kalan parayı da batırır. Felatun’un karşısına ecnebi kadın çıkar bütün parasını kadına harcar. Rakım’ın karşısına da ecnebi kadın çıkar, ama Rakım kadının parasından yararlanır. Sürekli kazanır.  Orada mesaj vardır, erkekler adımı hesaplayarak atacaktır. Aldığı köle kıza piyano, yabancı dil öğretir, koleje gönderir. Ama ders verdiği Ligras ailesinin kızları doğru dürüst Türkçe öğrenemez. Burada da Türk kızlarına siz yaparsınız mesajı vermektedir. Felatun Bey ve Rakım Efendi’nin satır aralarındaki mesajı okusaydık bu toplum farklı olurdu. Alafrangalık Türk toplumunda yadırganmaz, Şıpsevdi’nin Meftun’u da öyledir.   Ahmet Mithat’ın romanlarındaki  Felatun,   Recaizade Mahmut Ekrem’deki Bihruz, Hüseyin Rahmi Gürpınar’daki Meftun’un babaları yoktur.  Baba olsa alafranga olmazlardı. Baba, devlettir.  Meftun farklıdır, amcası Paris’e gönderir, orada okur.” ROMANLAR HAYATLA ALIŞVERİŞTEDİR Bu okumaların okuru Türk toplumuna götürdüğünü söyleyen Prof. Dr. Mehmet Tekin “Yazara, metine, metinlerin içindeki tarihsel sürece göre okursunuz. Bihruz ve Felatun savurgandır, tarihsel sürece baktığınızda da  Abdülaziz dönemidir  bu dönem. Avrupa’dan borç para alınıp Dolmabahçe Sarayı’nı yaptırırız. Ahmet Cevdet Paşa, Mısır’dan gelen zengin ailelerin lüks harcamalarının Müslüman kadınları da  etkileyip israfa sürüklediğinden yakınır. Romanlar hayatla alışveriştedir. Roman hayatınızdan asla çıkartamayız. Fantastik de olsa hayatla bağı vardır.  Ahmet Mithat’ın romanlarında Osmanlıyı buluyoruz. Bu yazarlar aptal değiller, içinde bulundukları sosyoekonomik durumu anlatırlar. Öncesinde Batılılaşma ilk Pera’da gündeme gelecek, elçiliklerle sınırlı olacaktır. Devlet olarak yönünü Batı’ya çevirdiğinde Pera da öne çıkacaktır. Aşk-ı Memnu’da aileler Batılı yaşam tarzını evine taşır. Şinasi, Şair Evlenmesi’nde ilk fiskeyi atar. Toplumun bir yöne götürülmesi ailede başlar. Şinasi aileyi mizahla ele alır. Kalıplaşmış yapıyı bir çözeltiyle çözersiniz. Toplumlar da öyledir. Ya inkılapla ya da o kadar keskin olmayan yöntemlerle değişim ve telkinle çözülür” diye konuştu. Kiralık Konak’ın efsanevi bir roman olduğunu söyleyen Prof. Dr. Mehmet Tekin, Beyoğlu’na giden ama evi Müslüman mahallesinde olan karakterlerin değiştiğine dikkat çekerek “Kiralık Konak’ta artık ev istenmez. Konak simgeseldir. Yeni Kuşak Avrupa’nın olduğu yere gidecektir. Naim Efendi konakta yalnız kalır. Fatih Harbiye de öyledir. Yaprak Dökümü’nde modernleşme rüzgârı Ali Rıza Bey ‘i önüne katacaktır. Pera’daki Batılılaşma Beyoğlu, Karaköy’den Fatih Harbiye’ye kadar ulaşır. Bugün Fatih’te yaşayan Neriman,  Fatih’te aradığı her şeyi bulur. Başta alafrangalık olarak hatalı tavırla başlayan modernleşme rüzgârı İstanbul’u ele geçirmiş, İzmir, Ankara, Bursa ve Anadolu köylerine kadar girmiştir” dedi. HAZİNE ÜSTÜNE OTURAN MÜFLİS TÜCCAR GİBİ OLMAMAK   Prof. Dr. Mehmet Tekin Batı edebiyatına öykünürken Doğu edebiyatının göz ardı edilmesiyle ilgili soruyu   ise şöyle yanıtladı: “Mevlana’nın bir sözü var; ‘Dün dündür cancağızım, bugün yeni bir şey söylemek lazım. Asya kültürlerin ebesidir. Hint kültürü olmadan Borges’i anlayamazsınız. Bizdendir, sizdendir diye ayırmak yanlış. Cemil Meriç karşı çıkmıştır, edebiyatta Doğu Batı yoktur, demiştir. Kipling de aynı şeyi savunmuştur. Antik Yunan kendini medeni, diğer milletleri barbar olarak niteler. Roma da ‘Benden başkası yoktur.’ demiştir. Doğu ve Batı hepsi görecelidir. Ayrım gözetmeksizin insanlık kültürüne sahip çıkacağız. Tolstoy dedem gibidir. Marcel Proust, Avrupa’nın en zeki romancısıdır, bir numaradır, nasıl dışlayabiliriz? Doğu hazine üzerine oturmuş müflis tüccara benzer. Borges’in kültüründe 1001 Gece Masalları yoktur ama Borges ile 1001 Gece Masalları her defasında yeniden doğar.  Yunus Emre’nin dediği gibi ‘Her dem yeniden doğarız’. Önemli olan bu sırra ermektir. Emperyalizm ise bambaşka bir şeydir, ayrı bir tartışma konusudur. Madam Bovary’nin yazarı Gustav Flaubert 1850’de ‘Bir gün doğulu kadınlar da roman okuyacak. O zaman elveda Türk huzuru diyecek.’ Türk huzuru farklıdır, niye kaybettik? En büyük dilcimiz, Türk dilinin bilinçli savunucusu kesinlikle Atatürk’tür. ‘Türk dilini iyi öğrenin’ demiştir. Bizler hazine üzerine oturmuş müflis tüccarlar gibi olmayacağız.” ‘DOĞU ŞİİRİ BATI ŞİİRİNDEN İYİDİR AMA  TEORİSİNİ YAPAN ÇIKMAMIŞTIR’ Prof. Dr. Baki Asiltürk “Modern Türk Şiirinde Çatışma Noktaları” kavramını sorguladı. Çatışmanın iyi mesajlar vermediğini buna karşın diyalektiksel olarak çatışmanın insanın, doğanın ve üretkenliğin yararına olduğunu ancak kimi zamanlar da yıkım getirdiğini vurgulayan Prof. Dr. Asiltürk “Doğadaki en büyük çatışma doğum ve ölümdür. Çatışmaya diyalektik olarak  olumlu bakmaktan yanayım. Bazen olumlu bazen de yıkıcı oluyor. Çatışmanın nereden nereye kaba güç ya da düşünceyle olup olmadığı önemlidir. Avrupa edebiyatında ayrılma, çatışma, polemik vardır. Bütün edebiyat akımlarında çatışma kaçınılmazdır. Platon ve Aristo’nun yer yer çatışan fikirleri edebiyattaki ilk çatışmadır. Platon ‘Devlet’te şairleri hayalperest ve yararsız insan olarak görür. Aristo onun öğrencisidir, şairlerin şiirleriyle doğanın, varlığın daha iyi anlaşılacağını savunur. Aristo, hocası Platon ile çatışır. Aristo yeni bir bakış açısı getirir, iyi ki de getirmiş. Platon’a kalsaydı şairler lanetlenmişti. Batı ile doğuyu mukayese ettiğinizde bizde de çok şair ve şiir var ama onların teorisini yapan çıkmıyor. Şark’ın Garp’tan eksiği pratiğini yapmış ama felsefi altyapısını, teorisini geliştirmemiştir. Doğu şiiri Batı şiirinden çok daha iyidir” diye konuştu. YUNUS EMRE VE MEVLANA Batı’daki  Montesquieu, Shakespeare’in  kilise ile çatıştığına dikkat çeken Prof. Dr. Baki Asiltürk şunları söyledi: “Kilise o çağda tüm zenginliğe sahip. Montesquieu  ‘Paris pazarlarında konuşan insanların diliyle yazacağım.’ der. Kilise insanın özgür olmamasını istiyor, Montesquieu  insanlara özgürlüğü hatırlatıyor. Rönesans Dönemi’nde başta Montesquieu olmak üzere yazarlar kilise ile çatışır. Edebiyat tarihi süresince çatışma hep yaşanır. Klasisizmin katı akılcılığına romantikler duygu ile cevap verdi. Realistler romantiklerle karşı karşıya geldi. Sürrealistler farklı bir düşünce ortaya koydu. Düşünce tarihinde çatışma yoksa toplumlar ölür. Tanzimat sonrası 8-10 yıllık aralarla eser eserle, söylem söylemle çatıştı. Öncesinde divan edebiyatı ve halk edebiyatı arasında az da olsa çatışma vardır. Mesela Mevlana Farsça yazar. Söylem üzerinden bir geleneği vardır. Yunus Emre’nin şiiri Türkçedir.  O dönemde Araplaşma ve Farslaşma vardı.” Kaşgarlı Mahmut’un Divan’ı Lugat’ı Araplaşmaya karşı yazdığını anlatan Prof. Dr. Baki Asiltürk,  Yunus Emre ile Mevlana arasında geçtiği rivayet edilen öyküye atıfta bulundu. Prof. Dr. Baki Asiltürk Mevlana'nın Yunus Emre'ye 26 bin 500 beyitlik Mesnevi'sini nasıl bulduğunu sorması üzerine Yunus Emrenin 'Ete kemiğe büründüm, Yunus gibi göründüm derdim.” dizeleriyle yanıt verdiğini nakletti. Şiirin Anadolu’da o yıllardan sonra Yunus Emre’nin diliyle yazıldığını belirten Prof. Dr. Baki Asiltürk "Türkçe şiir de yazılır, bilim de yapılır, felsefe de” dedi. Orhun Abideleri’ne atıfta bulunan Prof. Dr. Asiltürk “ Orhun Abideleri 8. yüzyılda Orta Asya’da yazılmış. Ortada Fransızcanın, İtalyancanın, İngilizcenin olmadığı bir dönemde.  Orhun yazıtlarından 400, 500 yıl sonra bu diller ortaya çıkıyor.  Orhun Yazıtları unutulmuştur ve bir doğa olayı sonrası ortaya çıkmıştır” diye konuştu. ŞİİRDE ÇATIŞMALAR Prof. Dr. Asiltürk Halk şiirinde usta çırak ilişkisiyle geliştiği için çatışma olmadığını ancak halk şairlerinin divan şiirine geçmesinden sonra çatışma yaşandığına dikkat çekerek şu örneği verdi: “Öncesinde halk şairi olup sonra divan şiirine geçen Aşık Ömer Şairname’de ‘Biz şair saymayız öyle ozanı’ der. Ama bugün hepimiz Karacaoğlan’ı biliyoruz. Aşık Ömer’i ise derslerde okuyoruz. Kimin ne söylediği değil, geleceğe ne kalırsa o eser önemlidir.” Prof. Dr. Asiltürk “Şeyh Galip ile Nabi 17. Ve 18. yüzyılın büyük tasavvuf şairlerindendir.  Aralarında 100 yılı aşkın  zaman olmasına karşın Şeyh Galip, Şair Nabi’yi sert bir dille eleştirmiştir. Şeyh Galip’in olduğu bir mecliste Nabi’nin Hayrabat’ı övülerek bir benzerinin yazılamayacağı söylenir. Bunun üzerine Şeyh Galip 6 ay içerisinde Hüsnü Aşk adlı eserini yazar. Eserin önsözünde Nabi’yi yerden yere vurur, söz ve şiir hırsızı olarak suçlar” dedi.   Tanzimat edebiyatında Şinasi’nin modern edebiyatın kurucusu olduğuna değinen Prof. Dr. Asiltürk  “Şinasi Divan Edebiyatı ile çok çatışmaz. Yeni bir şey eskiyi yok eder. Şinasi’nin mezarı bile belli değildir. Alman Hastanesi’nin önünde bir büstü vardır. Avrupa’da olsaydı, adı sokaklara verilirdi; Puşkin, Dante, Montesquieu, Shakespeare gibi yazarların adlarına her yerde rastlarsınız. Doğu ile batı arasındaki fark bu. Muhafazakâr muhafaza eden, koruyana demektir. Biz koruyamıyoruz” yorumunda bulundu.   ESKİ İLE YENİ SÜREKLİ ÇATIŞIR Edebiyattaki çatışmalara dikkat çeken Prof. Dr. Asiltürk  şunları söyledi: “Namık Kemal, Şinasi’nin öğrencisidir. Divan edebiyatına sert hücumda bulunur. Bu kadar sert eleştirmesinin nedeni psikolojiktir. Gençken divan şiiri yazmıştır, sonradan Tanzimat Edebiyatı’nın öncüsü olmuştur. İlk eleştiri yazarımızdır. En yakın arkadaşı olan Ziya Paşa ile çatışmış ve ölene kadar da görüşmemişlerdir. Ziya Paşa sürgüne gönderilir, yeniden saraya çağrılınca eskiden Türkçeyi ve halk edebiyatını savunurken yenilikçi edebiyatı ve halk edebiyatını suçlamaya başlıyor. Tanzimat edebiyatının ilk büyük tartışması budur. Namık Kemal de Fransız İhtilali’nden gelen bir şey var. Zıt fikirlerin çatışması gerektiğini bilir. Recaizade Mahmut Ekrem ile Muallim Naci arasında geçen ‘Kafiye kulak için midir göz için mi?’ tartışması da zaman zaman kavgayla sonuçlanmıştır. Serveti Fünuncular, Batılı olabilmeyi tümüyle kabul ettiğinden çatışmazlar. Artık Batı kökenli tartışmalar vardır. Ahmet Mithat biraz muhafazakârdır. Mutlak Batıcılığı dekadanlık yani soysuzlaşma, kendi toplumuna yabancılaşma olarak eleştirir. Tartışmaya Tevfik Fikret, Cenap Şahabettin, Süleyman Nazif katılır. Tevfik Fikret, Ahmet Mithat’a ‘cahil’ der. Ahmet Mithat ‘Teslim-i Hakikat’ adlı bir yazı yazıp tartışmayı sonlandırır. Cumhuriyet’in ilk büyük tartışması ise Nazım Hikmet ile başlar.  1929’da Resimli Ay dergisinde ‘Putları Yıkıyoruz’ adlı yazısında  Abdülhak Hamit Tarhan ve Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nu hedef alır. Abdülhak Hamit Tarhan, Nazım Hikmet’i evine davet eder, çok iyi ağırlar ve uğurlarken de ‘Bravo aynen böyle devam ediniz.  Biz de aynısını yapmış, bizden önceki putları yıkmıştık’ der. İKİ BÜYÜK TÜRK ŞAİRİ YUNUS EMRE VE ORHAN VELİ Ardından sözü Orhan Veli’ye getiren Prof. Dr.  Baki Asiltürk “Orhan Veli gençlik yıllarında çok sayıda Garip şiiri anlayışı dışında  şiir yazdı. Böyle 27 şiiri var. Sonrasında bambaşka bir anlayışa  evrilir.  ‘Nasır’ der, ‘cımbız’ der. Garip şiiri anlayışına ,  Orhan Seyfi Orhon ‘Ey Türk gençliği bunların yüzüne ne zaman tüküreceksiniz?’ der. Bugün Orhan Veli’nin şiirleri okunur ve büyük Türk şairi olarak anılır. Ama Orhan Seyfi Orhon’un şiirleri Türk edebiyat tarihinde bir noktadır. Benim görüşüme göre iki büyük Türk şairi vardır, biri Yunus Emre, diğeri ise Orhan Veli’dir. Yunus  Emre 13. yüzyılda yaşamıştır, çoğunlukla sakalsızdır, oysa döneminde benzerleri sakallıdır, kendi gibi olmak önemlidir. Orhan Veli nasıl yaşıyorsa öyle yazmıştır. Orhan Veli de ‘Ben böyleyim’ diyen bir şairdir. Her ikisinin arasında  yüzlerce şair vardır” dedi. Klasik şiirde bir rolün olduğunu şair ve şiir arasında bir mesafe olduğunu söyleyen Prof. Dr. Baki Asiltürk, “Ahmet Hamdi Tanpınar ‘Bugünlerde param yok, karnım aç’ diye yazar, şiirinde ise her şey yerli yerindedir. Şiir gündelik hayatın üstünde olacak, şair maske ile dolaşacaktır. Eski Yunan tragedyalarında oyuncular yüz ifadeleri görünmesin diye maske takarlardı. Hâlâ simge olarak kullanılır. Orhan Veli o maskeyi şairlerin yüzünden indirdi. Dıranas’ın şiirinde şair ile göz göze gelemiyorum. Ama Orhan Veli şiirinde sanki şairle yan yna oturmuş gibiyim.  Çatışma, çekişme yenilikten yanadır. İnsan tarihi böyle gider” diye konuştu. FİRDEVSİ VE TİMUR Uzun yıllar öğretmenlik ve dershanecilik yaptığını söyleyen Şair Barış Erdoğan; edebiyatla ilgilenen birisinin aynı zamanda resim ya da müzik gibi başka sanat dallarıyla da ilgilenmesi gerektiğini söyledi. Timur ve ile Şehname’nin yazarı Firdevsi ile ilgili bir öyküyü paylaşan Barış Erdoğan “Timur, 1381 yılında İran’ı fetheder. Tus şehrine girdiği zaman, Şehname’nin yazarı İranlı şair Firdevsi’nin mezarını sorar. Mezarın bulunduğu yer kendisine gösterilir. Emir Timur, Firdevsi’nin harap mezarı karşısına geçerek ‘Başını topraktan kaldır da Turan’ın pençesindeki İran’ın halini gör’ diye küçümseyerek seslenir. Orada Şahname’nin açık sayfasına göz atar ve ‘Mademki aslanlar bu çimenzardan gittiler, artık buralar topal tilkiye kaldı’ beytini okuyunca mezarı yıktırmaz ve oradan uzaklaşır. Bugün Timur tarih kitaplarında bir figür ama Firdevsi  hâlâ okunuyor, biliniyor” diye konuştu. GÖKTÜRK YAZITLARI Şair Barış Erdoğan sözlerini şöyle noktaladı: “Türkçenin ilk dil örneği Göktürk Yazıtları’dır. 8. yüzyılda bulunmuştur. Peki, o güne kadar neredeydi. Bulan Danimarkalı bir dilci. Bin yıl sonra okunuyor. Göktürkçe güçlüdür. MÖ 3000 yılında yazılan Gılgamış destanı bugüne kaldı. Sümer dili vardı.. Hint edebiyatı var, Latin edebiyatı, Yunan edebiyatı da. Yusuf Has Hacip’in yazdığı Kutadgu Bilig var, 11. yüzyılda yazıldı, ilk kitabımızdır.  Batıda ilk roman Cervantes tarafından yazıldı; Don Kişot. Bizde o ilk romandan 250 yıl sonra tercüme roman basıldı. Romanda, bilimde geri kaldık.”